Ana içeriğe atla

Öykü: Pirinç Tarlasındaki Çocuk

         Filipinler'in kuzeyinde pirinç tarlasında, bir klübede babasıyla yaşıyordu Dagat. Görenlerde hayranlık uyandıran bir bölgeydi. Yeşilin en güzel tonları burada birbiriyle hemhâl olmuş. Oldukça turistik bir bölgeydi aynı zamanda. Ekonomisi iyi olan ülkelerde yaşayan, rafine zevklere sahip insanlar için uğrak beldelerden birisiydi. Peki yaşam Dagat için nasıldı? Buradaki insanların yaşamı nasıl?

Zorlu bir yaşam mücadelesi vardı bu coğrafyada. Bu tarlada on beş klübe bulunmakta. Herkes birbirini çok iyi tanırdı. Dagat, babasıyla akşam yemeğine oturdu. Menüde pirinç vardı. Dünyanın en kaliteli pirinçleri buralarda üretilir, ancak yağ ve tuz gibi diğer gıdalar olmadığı için yağsız ve tuzsuz pirinç lapası yerlerdi.
+Baba, annem ne zaman gelecek?
-Oğlum, bilmiyorum. Biliyorsun annen yurtdışında ve gelmesi biraz zor.
+Biliyorum ama üç yıl oldu baba. Ben annemi çok özledim. Yarın karnemi alacağım ve annem yine yok! (Buruk bir yüz ifadesi)
-(Baba bu duruma çok üzülüyor ancak üzüntüsünü belli etmemeye çalışıyordu.) Yarın anneni ararız söz veriyorum sana. (yemeklerini bitirdiler) Uyumaya git dedi. 
+Peki babacığım (Umutla karışık bir hayal kırıklığı) dedi. Babasını öptü ve yatağına girdi. Klübelerinde babası Dagat için bir bölüm ayırmıştı burası onun odasıydı, mutfak yoktu sadece kapkacağın konduğu bir raf ve tas vardı ve birde küçük bir tüp. Herhangi bir mobilya eşyası yoktu. Elinden geldiğince onu bir parçada olsa mutlu bir çocuk olması için çabalıyordu. Filipinler'de yaşayan çocuklarda Hristiyan azizlerin adları, İncil'de geçen isimler konurdu. Yanı sıra erkeklere "yiğit, kahraman, mert" anlamlarında isimler konulurdu. İnsanlar genellikle çocuklarına isim verirken kendilerinde eksik olanın çocuklarında varolması için ya da ömrü boyunca adı gibi olsun diye isim koyarlar. Dagat'ın ismi farklıydı. Dagat, Filipince "deniz" demekti. Annesi, Dagat'a hamile olduğunu öğrendiği ilk gün koymuştu. Filipinler'in turkuaz denizine uzak; ormanlık alanda yaşadıkları için, annesinin denize karşı bir özlemi vardı. Bu sebeple Dagat ismini her telaffuz edişinde annesini anımsardı. Her gece yattığında inci tanelerini döker, annesiyle üç yıl önce çekilmiş fotoğrafıyla uyurdu. Belki bir gün annesi tekrar gelir umuduyla. Sabah oldu, okula karnesini almaya gitti. Çok heyecanlıydı, bu karne alma heyecanından çok annesiyle bugün sesini işitebilecek olmasıydı. Karnelerini alır almaz koşarak eve geldi Dagat. Babası tarladaydı. Yanına gitti:
+Babaa, baba bak karnemi aldım.(Sevinçli ve heyecanlı.)
-Görünen o ki karnen güzel Dagat, bakayım! Aferin sana.
+Anneme de söylemek istiyorum hadi baba.(Babasının tişörtünü çekiştirerek.)
-Tamam, tamam. Tepeye çıkıp arayalım olur mu?
Tepeye doğru çıkmaya başladılar. Dagat'ın kalbinin atışlarını tüm bedeninde hissediyordu. O çocuk bedenine yollar hiç de fazla gelmiyordu.
Tepeye ulaştılar ancak iletişim çok kolay değildi. Annesi Katar'da bebek bakıcılığı yapıyordu. Bu bölgede telefon neredeyse hiç çekmiyordu. Aradılar, telefon çalıyordu. Beklediler, beklediler ancak açan olmadı. Babası bunu söylemekte çok zorlanıyordu.
+Annen şuan müsait değil canım oğlum, haftaya şehre ineriz olur mu? (Bir saat boyunca aramışlardı.)
-Peki. (Hayal kırıklığını tüm bedeninde duydu.)
Hayatlarından çocukları için feragat etmekten kaçanlar, çocuklarına vermeleri gereken sevgi görevini bakıcılara bıraktılar. O bakıcılar ise sırf biraz daha iyi yaşatabilmek için çocuklarını, bırakmak zorunda kaldılar yaşamlarını. Üç yılda bir ihtimâl görüşebiliyorlardı.
Göçmen işçi olmak o kadar kolay değildi. Göçmen oldukları toplumda pek az maaşa ve zorbalığa maruz kalırlar. İstenmezler hiçbir yerde, kimisinde göçmenlere karşı bu nefret gizlidir. Göçmenleri istemeyenleri yüzlerinden tanırsın, evrensel bir kibir. Dünyanın neresine giderseniz gidin, aynı o ifadeyi görürsünüz. Elbette istisnalar var olsa da, göçmenleri istemeyenlerin oranı azımsanacak gibi değildi. Annesi de Dagat'ı çok özlüyor, her gece ağlıyordu. Baktığı çocuğa, kendi çocuğuna duyduğu sevgiyi göstererek teselli buluyordu. Sanki o Dagat'tı. 
Dagat eve döner dönmez odasına gitti. Gökyüzüne bakıp düşünüyordu. İlk dişini çıkardığında annesi yoktu, ilk yürüdüğünde de, okula başladığında da. Bu hayal kırıklığı onun aslında tüm hayatı iken buna alışamıyordu. Nasıl alışsın ki?
Dagat, babası uyuduktan sonra ormana giderdi. İşin tuhafı bu çevrede yaşayan tüm insanlar, daha konforlu bir yaşamın hayaliyle çevrelerine kör kesilmiş insanlardı. Bakıyorlar ancak görmüyorlardı. Dagat'ın en büyük zevkiydi bu. Gökyüzü geceleri bir başka güzeldi. Burada ışık yakan pek olmadığı için gökyüzü tüm ihtişamını sunardı. Dagat, her zaman çıktığı ağacına doğru ilerledi. Ağaçtan gökyüzündeki yıldızlara ve aya bakardı. Bunun gökyüzünün kendisiyle konuşma biçimi olarak görüyordu ve Dagat'ta onlarla iletişim kuruyordu. Tüm gece onları seyre dalar, kulağını ormanın ritmine bırakırdı. Buradaki çocukların zihninde Disney kahramanları yoktu, zihinleri kendi ucu bucağı olmayan hayalleri ile doluydu. Yağmur yağmaya başladı. Dagat yağmuru çok severdi. Yağmuru, tüm bedeninde duyabilmek için aşağıya indi. Canlıların, gece sükûtunda çıkardığı sesler ve üstüne yağmur sesi. Tüm bedeni ve kalbi mutlulukla dolardı tam bu an da ve dans ederdi. En iyi dört arkadaşından sonra ağaçlar, hayvanlar, gökyüzü ve yağmur onun en iyi arkadaşıydı. Doğanın koynunda kucakladığını düşünürdü. Fazla beklemeden eve koştu. Sessizce girdi. Mutluydu, bu yüzden uyku girmiyordu gözüne. 
Gün ışığı, evin içerisine uğramıştı. Babası uyandı ve tatilin ilk gününde pirinç tarlasına oğluyla beraber çıkacaktı. Kahvaltılarını yaptılar, pirinç lâpası vardı diğer günlerde olduğu gibi. Her gün pirinç yemekten şikâyetçi değildi Dagat. Biliyordu ki sofrayı sofra yapan, sevdiklerinle paylaşılan sofralardı. En güzel yemekler bile olsa annesi uzakta olduğu için lezzet alamayacağını çok iyi biliyordu. O küçücük yaşında, yetişkinlerin bile erişemediği bir bilgelik taşıyordu. Kahvaltıları biter bitmez dışarı çıktılar. Babasına yardım ediyordu. Buradaki tüm çocuklar Dagat ile aynı yazgıyı paylaşıyordu bir yerde. Kimisinin annesi yurtdışına gitmiş, kiminin babası, kiminin ise her ikisi de. Daha konforlu bir hayat için. Dagat, kırmızı kısa pantalonu ve beyaz üzeri lacivert baskılı tişörtünü giyerdi. Arkadaşlarının da en büyük hayali başka bir dünyada yaşamaktı bu dünya daha çok şeye sahip olabilme dünyasıydı fakat Dagat bunu düşlemiyordu. Fazladan bir pantolonun olması onun için önemli değildi. O içindeki orkestrayı, hayallerini paylaşmayı arzuluyordu annesiyle. Babası çok durgundu, bütün gün yoruluyor eve gelince yatıyordu. Anlatmaya yeltendiğinde babasının yorgun gözleriyle gözleri buluşunca vazgeçerdi. Tarlada çalışırken babası:
+Büyüyünce sende bu pirinç tarlasında çalışacaksın, iyi öğren dikkat et.
-Hayır! Ben pirinç tarlasında çalışmayacağım. 
+Neden? Ne yapacaksın peki?
-Bilmiyorum. Ama çalışmayacağım işte.
+Başka türlüsü mümkün mü oğlum? Burası bizim yazgımız. (Dagat sustu ancak bu durumu kabullenmiyordu.)
Saat akşam oldu, işleri bitirip eve döndüler. Dagat bir an önce ormana gidebilmesi için babasının uyumasını bekliyordu. Eve gidince babası pirinç lâpasını hazırladı. Yemeklerini yediler, babası tabakları çalkaladı. Gece örtmüştü pirinç tarlasını. Babası Dagat'ı yatırdıktan sonra yattı. Dagat, gece yarısını bekledi. Bu arada burada hiç saat yoktu. Güneşin tepedeki hâline göre belirliyorlardı. Trafik yok, yetişme düşüncesi yok, alışveriş yok zaman kavramı da yok.
Dagat pencereden fırladı her gece yaptığı gibi. Olanca hızıyla koştu ormanına. En yakın arkadaşı ağaca selam verdi. O ağaçtan gökyüzünün seyri tarif edilemeyecek kadar güzeldi. Doğanın orkestrasını dinlemek için, kapadı gözlerini. 
Hiç kulaklara ulaşmamıştı stüdyolardaki müzik. Dagat'ın bildiği tek ahenk yağmurun sesi, gece hayvanlarının çıkardığı sesler ve bitkilerin hışırtılarıydı. O, onları duyuyor hissediyordu. Gözlerini açtı, mest olmuştu. Gözlerini dikti gökyüzüne. Ayın hâli dolunay. Öylesine parlak ki, göz alıyor ve çevreyi aydınlatıyordu. Lamba kullananların zihninde tasavvur edemeyecekleri türden bir aydınlıktı bu. Yıldızlar yanıp sönüyordu. Kafasını biraz sağa çevirdi. Orada diğer yıldızlardan farklı bir yıldız vardı. İlk kez görüyordu Dagat böyle bir şeyi. Diğerlerinden büyük ve parlak. Dagat, gökyüzünün ona selam verdiğini düşündü. Yüzünde tebessüm var. Şimdi pirinç tarlası ahalisi uyuyordu. Dagat dışındaki herkes!   

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Betonlara rağmen açmış bir çiçeğim

Betonlara rağmen açmış çiçeğim, Üstümü kaldırım taşlarıyla kaplamalarına rağmen, İnsanların görmediği, genellikle üstüne basıp geçildiği, Yerde açan küçük sarı çiçeğim. Kar, kış, soğuk ve hiçbir engel, Engelleyemedi, benim açmamı. Koparılmama rağmen yerimden, Benim varoluşumdur açmak! Fuşya begonvilleri, rengârenk gülleri, Zarif papatyaları, güneş çiçeklerini, Sevmek kolaydır.  Güzelliği, estetik duygularımızı kuşatır. Göremez herkes beni, Zaten insanlar yürürken bakmaz yere, Ben görülmeyi de istemem, Beni bakabilen görsün! Küçücük, görünmez bir zerreyim, Mücadelem kendimden büyük, Ben betonda açan çiçeğim, Kentin, kuşatmasına rağmen doğayı, Kente karşı direnen, Varoluşundan vazgeçmeyen küçük sarı çiçeğim. Anlamasın herkes beni, Çünkü derinliğin gereğidir biraz, Herkes tarafından anlaşılmak, Kolaydır, basittir. Ben betonlarda açmış, Betona rağmen, hâlâ, Vazgeçmemiş çiçek olmaktan! Yaradılışımın gereğini yerine getirmektir, Benim varoluşum! Soğuğa, koparılmaya, çiğnenmeye; Betona, üstün

En Büyük Devrim, Kendini Devirmektir!

      Dünyaya geliyorsun, emekliyorsun. Oyunlar oynuyorsun, düşüyorsun kalkıyorsun. Çocuk oluyorsun, toplumla tanışmaya başlıyorsun. Büyüdükçe kendine yabancı olmayı öğreniyorsun. Toplumdan onay almak için davranışlarını, isteklerini oluşturuyorsun. Daha küçücük bir çocukken üstelik... Üniversiteyi kazanıyorsun sonra gelir mi ardından bir mezuniyet. Bir sürü bilgi doluyor zihnine ama hiçbiri sana seni öğretmiyor. Kendinin hakkında hiçbir fikir sahibi olamadan eline bir kağıt parçasını tutuşturuyorlar. Sonra kariyer sahibi oluyorsun. Şayet olursa bir de evlilik ve çocuk geliyor peşinden. Ömrünün sonuna geldiğinde insan dönüp bakıyor, bir ömür bir yabancıyla yaşamış. Öğrendiği bilgiler boş, Okuduğu kitaplar boş. Kimisi kendinden kaçmak için sloganlara sığınmış; kimisi ise koskoca bir ömrü olmak yerine nasıl görünürüm üzerine geçirmiş. Nefes alıp vermek, ölmemek midir yaşamak?        Davranışların arkasında takdir edilmek, onaylanmak ve sevilme arzuları yatar. Koskoca bir ömrü başkaların

Dünya'dan İnsana Mektup

         Yaşamak nedir? Diri olmak nedir? Ölmek nedir? Arzularını gerçekleştirmek için çabalamak mıdır yaşamak? Varlığının anlamlandıran mıdır yaşayan? Her gün öleceğini bilerek yaşayan mı diridir? Ölmeyecekmiş gibi yaşayan mı? Sen neredesin? Hiçlik içinde yokluk musun? Sen nesin? Sen kimsin? Var mısın? Yok musun? Gerçek misin? Kurgu musun? Sen kimsin? Yaşayan kim? Ölen kim? Hırslarına, ihtiraslarına, kibrine, konforuna ruhunu erittiren sen değil de ben miyim? Buraya bunun için mi geldin? Hissetmeyen, düşünmeyen bir insan mı diridir? Istırap çekmekten korkmayan bir zihin mi?         Adalete boyun eğdiren, zulüm eden sen değil misin? Hatalarını kapatmak için gerçeklere duvar ören sen değil misin? Hatalarını düzeltip, kendinle yüzleşebilecek olan kim? Esareti hakim kılan sen değil misin? Özgür müsün? Esir misin? Kimdir esir?         Cehaletine kılıf uyduran, hakikatin önünde sis bulutu sen değil misin? Doğruyu bulabilen, cehaletiyle kendine rağmen yüzleşen sen misin? Kişiliğinin esiri o